Hani bir keresinde lapa lapa kar yağıyordu omuz omuza yürümüştük ya seninle… Çok defa düştün o zorlu yollarda, çok defa düştüm… her defasında beni tutup kaldıran, ellerindi. Konuşurdun konuşurduk, çok kere sözle değil dilsiz ve dudaksız konuşurduk. Sonu gelmeyecek sessiz bir söz oldu şimdi o mazi…
Hüzün; bir beste idi kalbimizin derinliklerinde inleyen. Bir kelebeğin ömrü gibi şimdi anılar, hepsi hepsi sadece bir günlük birkaç ömür kırıntısı... Kumdan bir tepe şimdi o mazi, feleğin bir nefesiyle yerle yeksân olan…
Kaç şimşek çaktı başımıza kaç yağmurlu, fırtınalı kara gece çöktü üstümüze… her defasında kaçıp sığındığımız selim bir yurt idi yanında mazi… siyah-beyaz bir fotoğraf karesi artık, birlikte kâh gülüp kâh ağladığımız o dünler… Şimdi günler, kaderin kara kumaşından dikilmiş simsiyah bir perde artık gözlerimizde tüllenen…
Hıçkıra hıçkıra ağlayan hiç büyümemiş bir çocuğun gözyaşları gibi inci inci yerlere dökülüp saçıldı gözlerimden o mazi… kaç şafak söktü saymadım sıkıntılı ve kasvetli kara gecelerin ardından…ve yeniden doğduk sanki, yeniden gün ışıdı ümidin penceresinden. Fakat şimdi yağı bitmiş, feri sönmüş cılız alevli bir kandilin son titreyişi gibi o mazi.
Yol giderdi biz giderdik. Yol boyunca sen hep çiçekleri işaret ederdin, ben hep çiçek dererdim yol boyunca… ve sen hep çiçek gibi kokardın bense çiçeklenirdim toprağında. Şimdi sensiz çorak, kavruk bir dağ başı oldu o mazi…
Şükür ki gaflet diye bir kuyu var. Gam deryasından çıkmış bir balık gibiyim, kaza ağlarıyla avlanan. Hepsi hepsi üç beş soluksuz çırpınışın adı oldu şimdi o mazi…
Bir çınardın sen…koca gövdesi ve dallarıyla başımızın üstünü gölgeleyen. Saye: gölge demek ya hani, senin sayende yetişip büyüdük ve serpildik bu hayatın bağrında. Şimdi hazan mevsimi ve sarı sarı yapraklarını dökmekte o mazi…
Gitmekten bahsederdin bazen…öteler ötesine. Benim gözlerimde hemen sular yükselirdi. Birden suskunluk kaplardı her yeri. Şimdi o gözyaşı deryasında salınan kırık bir sandal oldu o mazi…
Küçücük bir kedi yavrusuydu çocukluğum yanında. Yüreğim hâlâ o küçük yavru, şefkat dolu avuçlarını arayan. Şimdi yolunu kaybetmiş bir serkeş oldu kaldı o mazi…
Çok mevsim geçti…iklimler değişti. Güz oldu yaz oldu…o karlı dağların ardında nice ayaz oldu. Günler geçti sabırla ham meyveler türlü çeşit yemiş oldu da bu son ayazla donup kaldı o mazi…
Dert ehli birbirini yaralarından tanırmış… nice dert ehlinin yaralarına, zaman merhemini sürüp kabuk bağlattı da benimkini dağlayıp durdu o mazi…
Olan olmuştur ve hatta kader-i İlahi’nin indinde olacak olan da olmuştur. Feleğin çelik bileğiyle döndürdüğü o tecelli değirmeninde un ufak olup bir toz bulutu hükmünde savrulup gitti o mazi.
Ademoğlu üryan geldi bu âleme, üryan gider oldu âlemden. Hayy’dan Hû’ya dönüşümüzde kırk yamalı bir derviş hırkası oldu sırtımızda o mazi…
“Küllü şey’in asl” diye buyurdu erenler. Boyun büktük teslim olduk, elest bezminin güzelliğine, o ilk ahdimize olan hatırlayışına bir vefa olsun Babam… bu mazi…