Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığından bahseden Arazsu şu ifadeleri kullandı; “25 Kasım 1960, Dominik Cumhuriyeti’nde faşist Trujillo Hükümet’ine karşı ezilenlerin verdiği büyük mücadelede yer alan Mirabel kardeşlerin tecavüz edilerek öldürüldüğü gündür. Birleşmiş Milletlerin 1999’daki kararı ile her yıl 25 Kasım tarihi 'Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma Günü' olarak ilan edilmiştir. Kadına yönelik şiddetle mücadele, Türkiye’nin imzalamış olduğu uluslararası sözleşmeler ve Birleşmiş Milletler kararlarıyla da devletin öncelikli sorumluluklarından birisi olarak tanımlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası' kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığının tanımlandığı' 17. maddesi ile herkesin yaşam hakkını garanti altına almayı ve kimsenin 'insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamayacağını' taahhüt eder. Kadına yönelik şiddet bu anayasal hakkın ihlali anlamına gelmekte ve bu ihlalin önlenmesi için devlete önemli sorumluluklar düşmektedir. Ancak Türkiye, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda OECD ülkeleri arasında ilk sırada gelmektedir. OECD ülkeleri ortalaması yüzde 21,6 iken, Türkiye’de bu oranın yüzde 38’dir. Kadın cinayetleri katliam boyutuna ulaşmışken, devlet kadınların can güvenliğini sağlamada yetersiz kalmaktadır. Basında yer alan haberlere göre, 2021'in ilk on ayında erkekler, 256 kadını öldürmüş, en az 670 kadına da şiddet uygulamış ve yaralamıştır. 2021'in ilk on ayında 183 kadının ölümü basına 'şüpheli' olarak yansımıştır.
“CİNSİYETÇİ SÖYLEMLER, DERS KİTAPLARINA KADAR GİRMİŞTİR”
Kadın cinayetlerinin yüzde 59’u eski koca/koca, yüzde 20′si erkek akraba, yüzde 16′sı eski sevgili/sevgili tarafından işlenirken, kadınların nafaka hakkının gaspı, arabuluculuk gibi düzenlemelerle boşanmalar önlenmeye çalışılmaktadır. İktidarın açıkça kadınlara savaş açtığı bu sistemde, kadınlar sadece nefes almak için bile mücadele etmek zorunda bırakılmaktadır. Erkek şiddetinin giderek artmasında, siyasi iktidarın din ve ahlak adına sıkça kullandığı cinsiyetçi, sözde muhafazakâr söylemlerle kadını değersizleştirmesi, namus ve ahlak anlayışını salt kadına indirgemesi önemli etken olmuştur. Cinsiyetçi söylemler, ders kitaplarına kadar girmiştir.
Kadınları korumak bir yana, onları kendi iktidarı için tehdit olarak gören siyasi iktidar, kadınların her türlü şiddet ve ayrımcılıktan korunması, kadınlarla erkekler arasında eşitliğin yaygınlaştırılmasını hedefleyen İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmiştir. Şiddete uğrayan kadınlar için başvuru ve sığınma evlerinin sayısının artırılması, ücretsiz danışmanlık, psikolojik ve tıbbi destek ve yasal yardımın yapılması, cinsiyet ayrımcı politikalar, yasalar ve uygulamaların kaldırılması gerekirken İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen iktidar, kadınların daha fazla şiddete maruz kalmasına ve katledilmesine ön ayak olmuştur.
Eğitim-İş olarak, kadına yönelik şiddetteki artışı 'erkekleri ayıplayarak' önleyebileceğini düşünen zihniyete karşı, kadın-erkek eşitliği mücadelemizden, İstanbul Sözleşmesi’nden, kadına şiddetin son bulacağı, birlikte yaşanılır ve daha eşit bir dünya kuruluncaya kadar vazgeçmeyeceğimizi belirtiyoruz" dedi.