Kadim medeniyetler yatağına sığmayan coşkun bir ırmak gibidir. Yeni topraklara akıp gider ve âb-ı hayat gibi yeni coğrafyalara can vermek için çağlar durur. Türk-İslâm medeniyeti de işte böyle coşkun bir nehir gibidir. Orta Asya’dan Horasan’a oradan Anadolu topraklarına ve hatta daha ötesine taşıdığı zengin kültür ve irfân birikimiyle çorak topraklara cân vermiştir. Bu anlamda hangi nokta-i nazardan bakılırsa bakılsın geçtiği toprakları bir açık hava müzesine dönüştürmüştür.
Anadolu’yu vatan yapan ecdâd sadece kılıçla bu toprakları kuşatmamıştır elbette. Şanlı bir ordunun atlarının ayaklarının altında yeni bir hayatın ritmini tecrübe etmiştir bu topraklar. Yüksek tepelerde, kalelerde nöbet tutmuş askerlerimiz. Bayrağın, hilâlin ve bütün mukaddesâtın şerefini şanını korumak için nöbet tutmuş gözünü kırpmadan. Her kalenin içinde bir namazgâh ile de tedbirden sonra tevekküle el açmış. Aminler yüzlere sürülmüş aziz şehitlerin ruhlarına bir fatiha olup kavuşmuş o dualar.
Bunun yanında Anadolu topraklarına irfân mayasını çalan ehli ârifan ile hem bu coğrafya hem de gönüller fethedilmiştir. Şiirleriyle Niyâzî-i Mısrî’den İbrahim Gülşenî’ye ve daha nicesi bir gavvas gibi gönüllerdeki hakîkat incilerini dalıp çıkarmışlardır. O irfân ehli ki insanı sayfa sayfa okumuş, gönüllere Hakk’ın rızasını yerleştirmiştir. İnsanın güzelliğine kâinatı ayna eylemiştir. Bir çınar gibidir ecdâdın irfânî mektebi. Çınar olduğunun bilgisini çekirdeğinde taşıyan bir mektep. Kökleri taa…tarihin katmanlarına kök salmış. Anadolu’nun taşından toprağına, havasından suyuna sinmiş.
İznik’te ilk medrese ilk müderris ve aynı zamanda bir mutasavvıf; Dâvûd- î Kayserî’nin de beslendiği Sadreddin Konevî’den ve hatta İbn-i Arabî’den akıp gelen irfanî bir gelene +ek bir damardır Anadolu irfânı. Nice talebeler o rahle-i tedristen geçmiş ve bu coğrafyada Hakk’ı hakîkati talim etmiş ve neşretmiş. Her zerresinde zarâfetin imbikten geçirildiği nice eserler ile donatmış bu toprakları. Kütüphanelerden medreselere, zâviyelerden âsitânelere irili ufaklı ilim ve irfân yuvaları ile bir kuşun iki kanadı gibi medeniyetimizi kanatlandırmıştır.
İşte o irfân ile insana, insan deyip geçmemiş. İnsanı yüceltmiş fakat şimdi seküler düzlemde olduğu gibi şımartmadan yüceltmiştir. Anadolu irfânında insan, Batı’nın yaklaşık 19. yüzyılda nevzuhûr Hümanizm güzellemesine karşın ve daha farklı olarak insana yapay ve sahte bir kıymet biçmez. Batı, insan sevgisi derken önce kendi insanını kasteder. Oysa dedelerimiz üç kıtada dil, din, ırk dememiş yetimin başını okşarken kimden geriye kalmış diye sorgulamamıştır. Bu topraklarda insan, yaratılandan ötürü sevilen ve insan-ı kâmil de denilen Hakk’ın yeryüzünde halifesi olarak kabul edilmiş bedelsiz bir değerdir.
Anadolu bir diriliş yurdudur. Hz. İsa’nın ölü nefisleri diriltmek için üflediği aynı nefesle ehl-i ârifân da diriliş çağrısını ruhlarımıza duyurmaktadır. Yarın geç olmadan bugün, ebediyete doğmak için bizleri çağıran bir diriliş çağrısı… bir medeniyete, geniş bir ufka ve öze doğru bir diriliş…Bu çağrı baş kulağı ile değil; can kulağı ile ve dahi kalp kulağı ile duyulabilir ancak…
Anadolu irfânı, insanın özünde ebedileşen bir varlık anlayışıdır. Eşyanın hakikatini âriflerin gönüllerinden süzerek dillendiren bir kavrayıştır. Bir genetik kod misâli özümüze nakşetmiştir. Öyle ki mûsikide nice cevherler gönüllerin bam telini titretmiş. Meşk halkaları kurulmuş; Dede Efendi’den Buhurîzade Mustafa Itrî’ ye, Abdülkâdir Merâgi’den Çinuçen Tanrıkorur’a ve daha nicelerine neşvünemâ ile mûsikişînasları yetiştirmiş kulakların bin yıllık pasını silmiş. Kaç makam ve kaç usûl ile musikide ince bir zevkin sağlam temelleri atılmış yüzyıllarca. Kültür ve irfânı edeple mezcederek doyumsuz bir beste gibi bu günlere kadar gönüllerde seslendirmiş.
Yazıda, sözde, mimaride… her birinde bir gelenek yaratmış ve bugünlere değin taşımış. İlimde iki boyutlu bir anlayışla hem zâhirî hem de bâtınî yüksek bir kavrayışa sahip âlimlerle fikir atlasında nice keşifler yapmış. Tekkeler, dergâhlar, mektep ve medreselerle her meşrebe ve mizaca uygun çeşit çeşit tedrîsât ile genç ufuklarda ortaya bir Türk-İslâm mefkûresi tohumu ekilmiş.
Fetihler sadece toprak ele geçirmekten ibaret olsaydı bugün köklü bir devlet değil toprağı bol medeniyeti kıt bir kabile olarak kalırdık. Topraklar gibi gönüller de fethedilmiş, bir medeniyetin temelleri önce insanlarının yüreğine nakşedilmiştir. Hülâsa hayatın tamamında bir âhenk yakalayarak ölümsüz bir iz bırakmıştır bu eşsiz irfân geleneği.
Ne zaman bir yolculuğa çıksam içimi bir merak ve sonrasında bir hayranlık sarar. Türbelerin pencerelerinde, kemerli köprülerde, ahşabın oymalarında ve şadırvanlarda… yani eşyanın hafızasının önünde kalp atışlarımın ritmi değişir.
“Geçti mâzi çekme istikbâle gam
Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem…” demiş erenler.
Anadolu yeniden bir fetih bekliyor. Geçmişin ihyâsı aynı zamanda geleceğin inşâsı olsun diye bekliyor. Sînesinde sakladığı yetiştirdiği kendi insanının fethini bekliyor…