Bazı yankılar var ki sesleri yaşadığı çağın çok ilerisine, asırlar sonrasına ulaşır nice canlara can katar. Sezai Karakoç: “Doğu’nun Yedinci Çocuğu”, Doğu’nun has evlâdı işte böylesi bir ses, böylesi bir soluktur. Hakkında söylenecek her söz eksik ve biraz da onun mânâsından öksüzdür.
Sezai Karakoç; şair, yazar, mütefekkir, münevver, hakîkat eri… Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle: “bu dünyada yaşamış fakat bu dünyayı yaşamamış” bir ahlâk abidesi… gönlü dünyanın süslerine: şan, şöhret, mal, mülk, tamah kirine bulaşmamış bir derviş… Kalemi; hakîkat yolunda Hakk’ı zikreden bir zâkir. Kalemi de kelâmı da asil ve vakur tıpkı ruhu gibi. Derdi “Diriliş” olan bir dertli. Derdi; Türk- İslam medeniyetine bir “diriliş” muştusuyla soluk bağışlamak. Hiç bıkmadan yeniden ve yeniden…
İslam düşüncesini bu çağa taşıyan ve Türkçe ile mükemmel bir biçimde mezcederek yorum katan, yenilik kazandıran bir âlim… Sezai Karakoç Türkçe’yi bir tarla gibi evet münbit bir tarla gibi ekip biçmiştir. Köklerden beslenen bir İslam medeniyeti şuurunu bu tarlaya bir ata tohumu gibi saçmıştır…ve bu tarlayı ümidin can suyuyla sulamış ve gelecek nesillerin dolu başaklar gibi boy verdiğini de görmüştür.
Sezai Karakoç her şeyden önce “yalnızlık” demekti. Fakat bu yalnızlık bir terkedilişin verdiği yalnızlık değildi. O, yalnızlığı seçmiş münzevî köşesinde sessiz fakat sedasız olmayan bir gözlem ile çağa tanıklık etmişti. Yalnızlığın evi Karakoç’un misafirliği ile şenlenmişti. Kalabalıklar ona göre değildi. O da kalabalıklara göre değildi. Okuyucusunun gözünden ırak olsa da milyonların gönlünden ırak değildi. Bir halvetti tercihi şu dâr-ı dünyada. Fakat erişilmez de değildi. Kapısını çalana sofrasını açan, sohbetini ikram eden bir münzevî…
Diriliş muştusuydu Sezai Karakoç…Bu mübarek topraklarda yere düş/ürül/müş, tarihinden ve coğrafyasından, aslından ve asâletinden bîgâne düşmüş nice yiğidi tutup kaldıran, Hakk’ı ve hakîkati hatırlatan bir velî… Diriliş neslinin fikir babası…
Karakoç, hakiki bir âşık-ı sâdıktı, -eğer bu çağda yaşasalardı- Fuzûlî’nin ve Mecnûn’un dahi gıpta edebileceği bir âşık-ı sâdık… Karakoç Aşk’ı göğsünde bir çiçek gibi taşımamıştı. Çünkü çiçekler ölümlüdür. Solumludur. O Aşk’ı göğsünde bir kurşun gibi taşıdı. Kalbi kanasa da bir ömür, bu acıdan hiç vazgeçmedi.
“Aşksız olma ki ölü olmayasın
Aşkta öl ki diri kalasın”
diyor Mevlânâ. Sezai Karakoç Aşksız kalmadı, Aşk’ta kendini fâni eyledi ki; ruhu Aşk’ta bâkî kaldı. Aşka ve hakîkate âşina olmayanlar yaşasalar da esasında ölüdürler. Karakoç işte o ölü ruhlara “diriliş” nefhasını üfleyen bir ehl-i ârif idi…
Cân ellerinden gelmiş fâni mekâna meyletmemiş cân kuşunu “Sürgün Ülkenin Başkentler Başkentine” uçurmuş bir göçmendir Karakoç…
Bir aksiyon adamıydı Karakoç. “Bu dünyada olup bitenlerin olup bitmemiş olması için ne yapıyorsun?” sorusunu bizlere yöneltirken…haksızlığın, tarafgirliğin, adaletsizliğin karşısında “şikayetten başka ne yapıyorsun?” sorusunu vicdanlarımıza sorduran bir mürebbî…
Nice büyük ödül törenlerine davet edildiğinde sahnelerde boy göstermekten, o kalabalıklar ve merceklerin karşısına çıkmaktansa, ödülü posta yoluyla nezâketen kabul etmişti. Onun dev eserlerinin yanında “edebiyat mahfillerinden” nice isim küçücük yapıtlarını, tavuğun yumurtlaması gibi yedi düvele duyururken o vakur ve sükûnetle inzivayı yeğlemişti.
En büyük övüncü de ödülü de fakrı idi. Tevâzu timsaliydi o dev yürek…Ne alkış istedi ne şamata ne de şımartılma…Bir sancaktı Sezai Karakoç İslam Medeniyeti kalesinin burcunda kahramanca dalgalanan bir sancak… Onu, onun kadar derin ve geniş ufku olanlar ve yüreğinde “Diriliş” in derdini taşıyanlar anlar ancak…
Hakîkat kılıcı timsali, kalem tutan o mübarek ellerinden hürmetle öperim Kıymetli Üstât!