Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Yalnızlık Macerası” adlı şiirinde insanın iliklerine kadar işleyen soğuk bir yalnızlıktan bahseder şair. Yaşamak; belki yaşamına ortak dostların başka başka insanların hayatında paydaş olmasıydı. Oysa yalnızlık şairin iddiasına göre ölümün bir diğer adı…Başını koyacak bir dizin yoksunluğu yalnızlık…bu koca âlemde tek başına kalmışlık değil, yalnızlığını kimsenin fark etmemesi belki…
Âdem babamız yeryüzüne gönderildiğinde daha doğrusu dünya hayatına mahkum edildiğinde Hz. Havva’dan ayrı bu koca dünyada yapayalnız değil miydi? Belki de Yüce Yaratıcı onu bir yalnızlığa terk edişle cezalandırmıştı. Sûfîlerden bazıları Hz. Âdem’in eşini ararken aslında ruhunun yarısını aradığını ileri sürer. Öyleyse ruh ikizini bulamamış her insan biraz eksik biraz yalnız değil midir bu hayatta?
Bazen kalabalıklar içinde yaşamayı önceler/tercih eder insanoğlu ama kalabalıklar içinde yapayalnız olduğunu çok geç fark eder. Bazen yalnızlığı kendisi seçer. Çünkü yalnızlık asil bir sadeliktir. İnsanın iç âlemine yalnızlık kapısından girilir. Gözler dış dünyaya kapandıkça göğsümüzün sol yanında yanar nurdan bir ışık. Aslında insan dediğimiz varlık, varlık âlemine gelip vücut bulmadan önce de yalnız değil miydi? Bir bütünden koparak parçalanan ve yalnızlaşandı… doğarken ve ölüme kucak açarken…omuzlar üstünde son yolculuğa “tek ve yalnız” çıkarken. Yalnızlık korkutur kimilerini. Kimileri ürker yalnızlıktan tıpkı karanlıktan ürktüğü gibi… oysa insan en çok yalnızken dinler yüreğinin fısıldadığı “kendi şiirini”. Yalnızken açar içinden geçenlerin sesini. Âlemde vuslata ne kadar perde varsa açılır bir bir yalnızlık seherinde…
Gel ey dost demiş erenler sen, senden öyle kolay vazgeçme…yalnızlık bir seyr ü sefer; kendinden kendine…bir arayış yalnızlık neyi aradığını bilmeden; varmayı hiç istemeden yola revân olmuşken…
Kimine külfet kimine nimet oldu yalnızlık. Yeter ki sen sabret…tecelliyattadır teselli. Tecelliyattadır tüm lezzet ve o samimi teslimiyet…
Yüzyıllar boyu felsefeciler, psikologlar, şairler ve bilgeler, kalbi yanık âşıklar tarif etmişler yalnızlığı. Bir âmânın gök kuşağını tasvir etmesi gibi…Oysa yalnızlığın dipsiz kuyusundan seslenenlerdir asıl bilgeler…Züleyha yalnızdı Yusuf’ suz… Züleyha bîhaberdi hakîkâtten. Yalnızlık onun için bir susuştu. Yakub için yalnızlık; o gömleğin kokusuna hasret bir duyuştu…Oysa Yusuf o dipsiz kuyuda kardeşlerinin arasında hissettiği yalnızlıktan daha fazla yalnız değildi. Çünkü “beni duyan var mı?” derken sesini Hakk’a duyurmuştu. Görülmeyeni görmüş işitilmeyeni işitmişti Yusuf. “Yalnız/ca Yusuf” sırra vâkıf olmuştu…
Mecnun’a da Leyla’sız “yalnızdı” dediler. Fakat hakîkât şuydu ki Mecnûn’a Leylâ gerekmezdi; âlem Leylâ olup kesilmişken. Kalabalıklar bu sırlı hakîkâti bilemediler. Çünkü her zihin şuurla aydınlanmamıştır. “Her gözün hakîkâti görmeye ruhsatı yoktur” diyor Mevlânâ. İşte tam da öyle…
Halk bilemedi ne yüce lütuftur yalnızlık. Oysa dervişler hep “bir” olmayı yeğlemişlerdi. Dillerinde ve dualarında gönül tokluğu ile hoş bir sâdâ: “Halvet der encümen!”
Bir gölgedir yalnızlık adım adım peşindeyken…Gölge; Farsça’da saye demek… Yani yalnızlık sayesinde (gölgesinde) demlenir ve dinlenir ruhlarımız bence…
Dört mevsim her an ve her yerde yalnızlık hüzünlü bir şarkı dillerde…ister kaç kaçabildiğin kadar, ister yoldaş ol dostâne..! Belki bütün bunların ötesinde kendinden, özünden ayrı kalıştı asıl yalnızlık. Çok azlarının bile hatırlaya/bildiği…