Henüz hiçbir şey yoktu, zaman/ mekân ve dahi eşyâ ve esma... Harfler ve kelimeler.... Sesler ve arasındaki tınılar... Âdem ve âlemler öncesinde, çok öncesinde o ilk hatırlayışta sadece zarîf bir dokunuşla varlığı, muhabbetinden var eden o naif kelâm vardı... Vücûd ikliminin Sultan'ının soluğuyla: "Kün!"...
Dünyâ-yı dûna düştük düşeli ötelerde âşina olduğumuz hep o ezelî zarâfeti, güzelliği ,o aşkın hissiyatın tecellîsini aradık durduk... Bazen bir bebeğin kokusunda, bir güzelin gamzesinde, bir ceylanın gözlerinde, ipeklerin yumuşaklığında, ateşin nârında ışığın nurunda, toprağın cân kokan teninde temâşâ eyledik... Kudret eli tecellîde hiç tekrara düşmemiş ki... O mucizevî gölgelerin peşine düşüp gölgenin hakîkatine varabilmek için nice yollarda yorulduk.
Milyarlarca insanın benzersiz göz retinasından parmak izlerine kadar , kar tanelerindeki o kusursuz dizaynın mükemmeliğinde gönülden raptolduk o zârifâne dokunuşa..
"Zarâfet bir aynadır herkes aynasında kendini buldu." diyor şair. Baktığımız kainat aynasında aslında gördüğümüz yahut gösterdiğin kendi güzelliğinin o zarif aksinden başkası değil imiş. Gördüm, gözümü sahte suretlere kapayınca daha âşikarâne gördüm... Bir mozaiğin her bir parçasında aslında o yek vücûdun arz-ı endâmını gördüm ... Ve hayanlıkla sustum...
Gülün kokusu da bülbülün nağmesi de hep Sen'den âleme yayılan pür-âhenkten başka birşey değil imiş.
Miskte ve amberde... Naz ve niyâzda... Gecenin karanlığı ve gündüzün aydınlığında... Şems ve kamerin nuruyla ışıldadı gönül deryasının yakamozları... Gurûbda ve tulûdaki vaktin ince tüllenişinde uzayıp kaldı bakışlarımız o zârif dokunuşun izlerini temâşâ eyleyerek..
Binbir nâz ve cilve arasında cevelân ile gâh öylesine aşikârsın gâh ölesiye nihân.
Âlemin kalbinde saklı sana tutkusu da galiba sırf bu yüzden...
Aşikârdın binlerce yıllık kadim mabetlerdeki huzurun deminde ve bir o kadar nihândın hazîrelerin dilsiz dudaksız fısıldayan taşlarında...
Fakat hepsinden daha çok, karşı konulmaz bir cazibenin çekim gücüyle kalbimin tâ merkezinde "Ben hep buradayım" dercesine... Benimleydin Ey Latîf...
Baştaki o gözler yetmiyormuş meğer zarâfetinin göz kamaştıran ihtişamını görmeye. Kendini sırlı bir nikâb ile gizlemen ey yâr hep bu gözsüzlerden ve gönülsüzlerden fariğ olman içinmiş meğer. Şimdi anladım... Anladım niçin kalbimi o ince imbikten geçirdiğini ve o geçişin nasıl zarif bir akışı süzdüğünü... Nereden gelip neye dönüştüğünü... Ve hicâb ile sustum...
Kendimi bildim bileli bir tüy gibi indi avuçlarına ruhum... Nefesine yuva olan ve beden kafesime doldurduğun zarifâne üfleyişle kendimi Sen'de buldum... Ve sordum: "öyleyse ben kimim yahut kiminim"... Aklımın soru işaretlerine takılan çengellerine asılı sualleri cevaplardan daha çok sevdim...
Cümle mevcûdu, mutlak ve tek vücûdun ancak bir zerresi bildim. Ve nihayet Seni, Senden Seninle okuyabilmek için o zarâfetin esmalarıyla mânâyı kelâmdan seçtim... Üç harf beş nokta hürmetine Sensiz olacaksa Sen'den gayrı ne varsa hepsinden istiğna ile vaz/geçtim...
Ezcümle, bu dünya serencâmımızda anladım ki;
suya inen bir ceylan misâli aslında kendi aksimizdir o zarîf muhabbet deryâsında seyrân eylediğimiz. Ve zarîf insanların has sevgisiyle anlam kazanıyor dünya. Ne kadar güzelsek o kadar güzel severiz. Sadece güzeli değil güzelleştirdiğimizi de severiz... Ve hakikatte, sevdiğimiz ölçüde güzelleşiriz.
Âlemler içre zarâfetini idrâkin acziyle tasvir, olsa olsa sürçi lisânım olur Efendim, diyerek bu defa edeben sustum...