Dervişane
Zamanın birinde çok takvâlı bir derviş varmış. Sohbetleri dilen dile gönülden gönüle ulaşmış. Tâ ki padişah da bu dervişin nâmını duymuş ve huzura davet etmiş. Hakk dostu padişahı ziyaret etmiş.Uzun sohbetlerin ardından ayrılma vakti gelmiş. Padişah dervişin ilmi ve derinliği karşısında hayran kalmış. Derviş yola koyulacağında kendisine, üzerinde bin bir çeşit cevherlerin olduğu bir makas hediye etmiş. Fakat derviş bu hediyeyi kabul etmemiş. Sebebi sorulduğunda: “Makas kesip parçalama işine yarar. Böler. Bana bir iğne yeter” der. “Çünkü iğne yarımları tam eder. Parçaları bütün yapar. Yani birleştirir efendim. Bize lazım olan bir derviş iğnesidir.” diye cevap verir.
Kıssadan hisse: ehl-i ârifânın edebi böyledir. Dünyaya bel bağlamaz. Mal, mülk, şöhret, nâm nişanla gönlünü doldurmaz. Çünkü bilir ki dünya denilen yer “dûn” yani aşağılar aşağısı demektir.“Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur” diyordu, bizim Yûnus. Derdi ukbâ olanın ayağına asla çelme takamaz dünya. Burası bir gölgeliktir ki gafiller ağaç gölgesinde demlenirken hikmet ehli çoktan göçüp yola koyulmuştur. O yol ki aslî vatana yani ebedî olan Bâkî Yâr’a hicrettir.
Modern zamanların dev bütçeli fukarası ise sadece yokluğu imtihandan zannetti. Varlığın, nimetin de bir imtihan sebebi olabileceği hiç aklımıza gelmedi. Bilenler bilir ki aslında zenginliğin parayla bir ilgisi yoktur! Doymayan nefsimize söz geçiremeyince susuzluğumuzu gidereceğini zannederek deniz suyu içer gibi içtikçe içtik ihtiras nehirlerini. Ne varki içtikçe ne kandık ne doyduk…Verdikçe ruhu doyurmak yerine aldıkça alıp nefsi azdırmayı yeğledik. O da yetmedi bir gösteriş furyası sardıkça sardı içimizi. Yoğa yoksula tepeden baktık. Eyvah ki aldandık! Durup düşünmek zor geldi. Varlık nedir yokluk nedir? Evvel neresidir ya âhir neresi? Ya bu beden nedir içinde neyi taşır? Nasihat nedir ya musibet nedir ki hayat dersini tâlim ettirir kitapsız kalemsiz…
Kendi mahallemize hapsedip kendimizi “öteki” olana hor bakmak kolaydı amma bir hakikat vardı ki nebîler nebîsinden kulaklarımızaküpe olası: “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız!” Üstün olmak hevesi sarınca dört bir yanımızı herkese hürmetsizce tepeden bakıp kaldık.Garip gurebayı fakir fukarayı yani cümle gönlü buruk olanı denk görmedik kendimize. Sokak başlarını tutan esmer avuçlara bozulmuş vicdanlarımızdan bozuklukları sıkıştırmakla yetindik. Oysa “Hârâbât ehlini hor görme Zâkir, defineye mâlik virâneler vardır” diyordu Hakk dostları. Kardeş kardeşi hor görmemeliydi. Bir yıkık gönlü imâr etmek demek belki nice hazinelerin kapısının anahtarı olacaktı. Sadece para değildi bize hoş gelen. Bazen ilmimiz, bazen statü bazen de başka başka sebeplerden hep erişilmez olduğumuzu zannettik boşu boşuna. Halbuki kimsenin kimseden üstünlüğü yoktu hakîkatte. Bir tebessüm bile gönülden gönüle kurulan sarsılmaz bir köprü olacaktı.
Bizden olmayan, bize benzemeyen her şey değersizleşti gözümüzde. Oysa Hakk’a âşık olanlar tevhidin sırrını bilir ve dahi der ki: “Mey şarâbı içenler ‘bir’i iki, aşk şarâbı içenler ise ‘iki’yi bir görür.” Yani, gerçek Hakk sevgisiyle dolup taşanlar insanlar arasında ayrı gayrılığa yer vermez. Çünkü hepsinin Allah’ı tektir. Yaratılanı da Yaratan’ın hatırına görüp gözetir ve senlik benlik davası gütmez. Hâkir görülecek bir varlık varsa o da kendi hırsımız, kibrimiz ve “ben” ciliğimizdir.
Bir iğnemiz olsaydı, belki de kolayca başkasının kusuruna dikkat kesilmez iğneyi önce kendi nefsimize batırır yakacaksak ille bir can, önce kendi canımızı yakardık.
İş budur ki bize lazım olan paha biçilmez dünya varlığını temsil eden,ayıran makas değil, bizebir mütevazı iğne gerektir ki dağınık olanları toplar, birleştirir. Kader kumaşı pâre pâre olmuş garibanın abasını tamir eder. Yarım, eksik olanları da bir bütün yapar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.